Cuma , Nisan 12 2024

Ölümsüz Köpekler | Bir “Prenses” varmış, bir yokmuş…

Nereden geldiği, ne zaman bu sefil yere düştüğü, kim ya da kimler tarafından terk edildiğini henüz bilmiyordu. Belki de günlerdir aç, susuzdu. Belki de doğumundan beri el bebek olan bu yaşlı Golden Retriever olgunlaşınca, sokaklara terk edilince her bulduğu şeyi yemek durumunda kalmıştı. Çaresizdi,muhtaçtı…

Bir varoluşun, bir dirilişin ve bence en önemlisi de bir KURTULUŞ’un hikayesidir bu yazacaklarım…

Ekim 2015 ortalarında ilk kez bir çocuk parkı kenarında yiyecek ararken gördüm can dostum Prenses’i. Bir çocuk masumluğundaydı yüzü, karnı onun çok kilolu olduğunu gösteriyordu fakat hala yemek arayışındaydı. Kimbilir nereden gelmişti bu ücra mahalleye? Hangi densiz yine kendini tatmin edip sokağa bir can daha bırakmıştı? Bilinmezdi, bilinemezdi… O da bilmiyordu. Bildiği tek şey, üşüdüğü, aç olduğuydu. Göz göze geldiğimiz ilk anda gözlerindeki yardım çığlığını hissettim.

Uğur Can Kalkan ve Prenses

Küçük yaşlardan beri sokaklarda savunmasız olarak yaşam mücadelesi içinde olan köpeklere, kedilere, kuşlara hatta karıncalara merhamet duyan, vicdani yükümlülüğümü onlara gösteren ben, anladım ki artık hayatıma yeni bir dost girecek… Aylar sonra ismini “Prenses” koyacağımız, bu şişman uzun tüylü Golden Retriever köpek sokaklara terk edilmişti.

Evet, girişte de belirttiğim gibi yaşadığım yer sefil, ücra bir mahalle. Yanlış anlamayın lütfen, insanlarından bahsediyorum. Yoksa dört tarafı ormanlarla çevrili, doğal yaşamın hakim olduğu bu cennet yeri kim sevmez ki? Ama sizler de takdir edersiniz ki vahşetin, caniliğin, barbarlığın olduğu bir yer ne olursa olsun yaşamın kötü yanını size yansıtan bir iklime sahiptir. İşte Yalova’nın bu mahallesi de maalesef ki kirletildi, medeniyet görmemiş insanlara verildi, vahşileştirildi.

Altı yaşımdan beri bu semtte oturuyorum. Çevreme, doğama, hayvanlarıma, komşularıma her zaman sevgiyle yaklaştım. Hiçbir maddi menfaat duymadan sadece muhabbet ile yaklaştım. Her gün selam verdiğim bir çok insanın aslında iç dünyalarında ne denli kötü düşünceleri taşıdığını, ne denli vahşileşeceklerini bilsem, tahmin etsem, bugün bunları asla yaşamazdım…

Dediğim gibi altı yaşımdan beri buradayım. Sayısı belli dahi olmayan, birçok köpeği, kediyi, kirpiyi, tilkiyi daha devam edemeyeceğim bir çok türde canlıyı; işte bu vahşi insanlar attıkları zehirli tavuk parçalarıyla katlettiler. O zavallı hayvanların, bu dünyaya gelmekten başka günahları olmayan o masumların çektiği acıları bizzat gördüğüm için mahalleme artık eski sevgiyi duyamıyordum. Prenses, bana iyi bir enerji akışı yapıyordu, dakikalardır. Açtı, bunu ben de anlamıştım. Ancak o bunu sorun etmiyor, aksine bana bir şeyler katma çabasına giriyordu.

Hayatımıza bir ok gibi hızlı şekilde giriş yapan bu sevimli köpek tüm ön yargılarımı uzaklaştırabilirdi. Evet, ona yiyecek temini yaptım o anda. Peşime takılmıştı artık, arkamdan koşmaya mecali bile yoktu, koşarkenki görüntüsüne kim olsa gülerdi, çünkü yürüdüğü zaman kilosu yüzünden sırtı bir o yana bir bu yana sallanıyordu. Arada durup kafasını okşadığım anlarda aramızdaki sevginin güçlendiğini hissediyordum.

Onu sahiplenmeye kararlıydım. Fakat bu çok zor olacaktı, çünkü aynı apartmanda yaşadığımız insanlar adım kadar emindim ki sorun üzerine sorun çıkaracaklardı. Ama “Olsun!” diyordum, “Sokakta yaşam savaşı vermek yerine bizimle kalacaksın!” diyordum her seferinde.

Öyle de oldu. O kadar sevimliydi ki, bakımı oldukça yüzüne renk gelmişti. Henüz birkaç saat olmasına rağmen, sanki doğumundan beri birlikteymişiz gibi sevgiyle bakıyordu gözleri. Son ana kadar…

Prenses

Akşam eve geldiğimde, gün içinde yaşananlardan ziyade gündemimiz yeni tanıştığım köpekti. Evet, yine biliyordum ki köpek eve giremeyecek kadar büyük ve kiloluydu. Üstelik tüyleri çok uzundu. Alerji problemimden ziyade annemin tedavi gördüğü hastalık bu köpeğe evde bakamayacağımız anlamına geliyordu. Babam da annem de yaşadıkları, doğdukları yerde hayvanlarla iç içe bir ortamda yetiştikleri için hayvanlar konusunda en ufak bir korkuları yoktu. Bir fikrim vardı, kesinlikle bu hayvan bizimle olacaktı. Sokaklara tekrar terk edilemeyecek kadar savunmasız, çaresizdi. Kararım netti, bahçede kalacaktı. Ailem bu konuda ciddi anlamda destek oldular. Ancak ya komşular? “Onlar” ne derdi? Tavrım netti, kim ne derse desin ben bir kişinin lafıyla, bu hayvanı bırakamazdım. Hemen belediyemize haber verdim, gerekli veteriner desteği sağlanacak, Prenses’imizin aşı ve diğer işlemleri ivedilikle yürütülecekti. Öyle de oldu. Bir haftanın ardından Prenses artık bizi benimsemişti, bahçedeki yerinde oturuyor, yemeği suyu önünde gayet rahattı. Bir başka köpek arkadaşı daha vardı. “Boz” Onu da sahiplenmiştik, o Prenses’e göre daha yabaniydi. Çoban kangalı kırması dişi bir köpekti. Tabii ki kısırlaştırılmış, aşıları yapılmıştı. O da sahipsizdi, sokaklardaydı. Onun da bakımını yapıyor en önemlisi sahipleniyordum. Birlikte iyi bir ikili olmuşlardı bile…

Aradan günler geçtikçe Prenses babamla birlikte kahveye gidip geri geliyor, mahalleye uyum sağlıyordu. Onu bir kez gören tekrar ardına bakıyor, “O geçen köpek miydi? Yoksa hayal mi gördüm?” diye tepkiler veriyordu. Çünkü Prenses “obezite” hastalığına yakalanmıştı. Artık ciddi anlamda beslenme kontrolü şarttı. Gerekli çalışmaları yapmamızın ardından Prenses’imize diyet uygulaması yaptık. Ancak bahçede olduğu için diyeti sürekli bozuluyordu. Onu görenler “Aman ne tatlı bir köpek, al bakalım!” diyerek şeker, çikolata tarzı onun için çok zararlı besinler veriyorlardı. Tabii ki Prenses, hepsini yiyordu. Ondan da bu beklenirdi 🙂

Bir denedik, iki denedik sürekli denedik. Ama Prenses kilo veremiyordu. Sonradan anladık ki artık Prenses’in organları dahil her yeri yağlanmıştı… Çok üzgündüm onun bu durumuna ancak o mahallenin maskotluğunu bu şekilde kazanmıştı. Herkes onu tanıyordu yürüyüşe çıktığımızda. İnsanların algısı köpekler üzerinde o kadar değişmişti ki bunu Prenses başarmıştı.

Yüzü gülüyordu, gerçekten bunu yapabiliyordu. Ona kızdığımda beni anlayıp o da küsüyordu. Çok komikti bu ama gerçekten o da bana yüzünü asıyor, bazen iki üç gün bana pas vermiyordu. Demek türlü türlü huyları da vardı.

Prenses

Hayvanları sahiplenmenin bir bebeğe bakmak kadar ilgi ve özen gerektireceğini biliyordum. Prenses yapısı gereği nazik bir canlıydı. Sık sık hastalanırdı. Hatta bir keresinde hiç unutamıyorum, farenjit olmuştu. Bunun teşhisini çok zor koymuştu veterinerler. Birkaç gün ağzında ya ekmek ya da kemik parçası tutmuş, e haliyle bunları fazla tutunca salya akması başlamıştı. Ama bu salyalar kesilmeyince şüphelenmeye başlamıştık. Hatta kemiği öyle bir tutmuş ki ağzında, Prenses’in hayranı olan çocuklar kapıya gelip “Uğur Can abi, yetiş! Prenses’in ağzı kopmuş.” Çocuklar bunu söyleyince hemen fırladım aşağıya, bir de ne görelim! Ağzına kemiği almış, salyalar bir tarafta o şekil oturuyor. Akşam üzeri annemlere Prenses’in yemek yeme durumunu sordum, annem önüne yemek koyduğu halde yemeğe bile bakmadığını söylediği anda Prenses’in hasta olduğu kanısına vardım. Acilen mahallemizde yer alan çok değerli bir öğretmenime haber verdim. “Prenses’i doktora götürmemiz gerek hocam, acil hem de!” dediğim gibi aracıyla kapımıza gelmişti. İlk kez onu arabaya bindirmek çok zor olmuştu. Hocam, ben, babam ve Prenses zorlu dakikalardan sonra artık araçtaydık. On beş dakika içinde özel bir veterinere geldik. Kısa bir muayenenin ardından doktor farenjit teşhisi koydu. Ve günlerce ne su içtiğini, ne de yemek yediğini söyledi. Antibiyotik iğnenin ardından Prenses yine gülümsüyordu. Eve gidince ılık bir çorba verdik, bir kova suyu içti. İşte o zaman bu masumları sokaklara terk edenlere bir kez daha sinirlendim. Sokaklara alışık değildi, hassastı.Ve nitekim hasta olmuştu.

Aradan günler, haftalar geçtikçe mahallemizin yaşlı köpeği Prenses herkesin göz bebeği olmuştu. İnternette resimleri geziyor, mahallede namı yürüyordu. Herkes ondan ve hikayesinden bahsediyordu.

Orman yürüyüşlerimizde o ve Boz köpeğimiz birlikte bize eşlik ediyor, doyasıya koşuyorlardı. Onun için endişeliydim, çünkü insanlar artık onları istemiyorlardı. Evimin penceresinden aşağıda bulunan Prenses’e bakarken, oradan geçip camiye giden bir adam laf attı. “Bıktık artık bunlardan! Hep sen alıştırıyorsun buralara! Saldırıyorlar, çoluk çocuk korkuyor! Zehirlerler, söyleyeyim!” Bu lafları duyunca gereken cevabı yapıştırdım elbette ancak son söylediği söz içime işledi, “Zehirlerler söyleyeyim!”. Bu ne demekti, nasıl bir cana kıyılırdı ki? Hani “yaratılan yaratandan ötürü” seviliyordu? Bunu bir başkası dememişti, beş vakit namazında olan merhamet sahibi olması beklenen, yaşlı bir mahalle sakini diyordu. Evet,ne olursa olsun biliyorduk ki burada hayvanlar değersizdi, öldürülmeleri revaydı. Ama müsaade etmeyecektik, mücadeleye devam edecektik. Böyle konuşmuştuk Prenses’le…

Çok bir vakit geçmedi, dedikleri artık yaşanıyordu. Arka tarafta bir gecede kırk küsur hayvan öldürülmüştü. Üstelik yapanlar belli değildi. Okulumdan hemen çıkıp mahalleye geldim. Birkaç duyarlı insan ve gözü yaşlı çocuklar dışında kimsenin pek umurunda değildi, beklemiyordum da zaten. Gelmeden önce annemi aramış, Prenses ve Boz’a dikkat etmesini söylemiştim. Gelince zaten önce bizim bahçeye uğramış iki canımı da görünce rahatlamıştım. Ancak giden kırk küsur hayvan bizi mahvetmişti. Çünkü katilleri belli değildi, koskoca mahallede iki yerde kamera sistemi vardı. Muhtarımız, güvenlik güçleri, basın mensubu arkadaşlarımız ellerinden geleni yaptılar ancak katiller maalesef bulunamadı. Evet, bu kaçıncıydı? Bir köpek mi fazlaydı? Hem de sakin, uysal köpekler? Sadece köpek mi, asla! Kediler, kirpiler, çakallar, tilkiler… Hepsi, hem de hepsi bir gecede… Buna hangi yürek dayanırdı ki? Basına ne demeçler verdik, sonuçsuz kaldı… Çok üzüldük, kahrolduk. Hangi vicdan buna göz yumardı ki? Kurtarılabilen birkaç köpek dışında diğerleri ölmüştü. İşte o anda insanların bu canlılar için ne kadar gözlerinin döndüğünü gördüm. Barbarlaşan, vahşileşen bir mahalle olmuştu artık. Utanıyordum burada yaşamaktan…

Çok geçmedi, hava yağışlı, gök gürültülüydü. Bulutlar çakışınca çok gürültülü bir ses yayılıyordu etrafa. Prenses belki de bu yüzden her yağmurda içeri girerdi. Bu sefer de öyle oldu, apartmanın içine girerek kendini emniyete aldı. Alt komşumuzdan bahsedeyim, kendisi önceleri üç metre uzaktan dahi köpeklerden korkan biriyken, evet, Prenses sayesinde bu fobiyi yenmiş, artık onu anlıyor olmuştu. İnanamayacaksınız belki ama yüzünü öpecek derecede seviyordu onu. O almıştı apartmana,üşümesin diye… Eve geldiğimde içerideydi, sevindim. Yüzüne doğru “Sakın ses çıkarma Prenses.” dedim. Biliyordum ki binaya girdiğini duysalar onu çıkaracaklardı. Sanki anlamış gibi yüzüme baktı. Eve girdim, yarım saat geçmeden büyük bir gürültüyle apartman kapısı açıldı, taşlar fırlatılmaya başlandı. İlk anda deprem oluyor sandım ancak ardından gelen canavarca ses bu olayın binamızda yaşayan bir mahlukatça başladığını gösteriyordu. “Kim sokuyor bu pis köpeği, defolun gidin buradan, alan bakan varsa evine alsın, mikroptur bu, şerefsizler, adiler!”  Ve dahası… Hırsını alamamış olacak ki, Prenses’in arkasından apartmandaki plastik sandalyeyi fırlatmış, şansa ona gelmemiş ancak sandalye paramparça olmuştu. Kapımıza dayandı tabii ki bekliyorduk bu anı, bir hışımla başladı laf dalaşına. Hadsizin tekiydi, terbiye almamıştı belli. Onun seviyesine inmedik, aksine anlayacağı şekilde konuştuk. Bir daha bu hayvana dokunduğu anda neler olacağını anlattık. Tabii ki süt dökmüş kedi gibi oldu, özür diledi. Ancak affeden kim?

Bir canlı,hem de soğuktan korkan bir canlı apartmana giriyor, sessizce.Ve sen onun arkasından kapı, pencere, sandalye dağıtacak kadar gözün dönüyor,yetmiyor benim evimin kapısını basıyorsun?!

Maalesef diyorum ya, maalesef bu mahalle, belki de bu ülke böyle… Topyekün yenilenmesi gerek, insanlar neden bu kadar acımasız oldu? Ne yaşandı da bu denli merhametsiz oldu? Anlayamıyordum.

Olayın ardından her zamanki gibi sessizliklerini muhafaza eden komşularımızla aramıza mesafe koyduk, bundan sonra kimseye “eyvallah” etmeyecektik. Bu haksızlığa dur diyen alt komşumuz hariç… Prenses ise üzgün değildi, aksine sanki “bekle ve gör” edasıyla yanıma geldi her zamanki asil ruhuyla. Kuyruğunu sallayarak geldi, başımı yanına yasladım, “Özür dilerim.” dedim. “Bunlarla aynı türde olduğum için özür dilerim!” dedim. Anlıyor muydu yoksa sadece olan biteni şaşkınlıkla mı izliyordu anlam veremedim…

Günler geçiyor, aramızdaki ilişki sıkılaşıyordu. O artık bizimdi, biz onunduk. Babam, annem onu çok sevmişlerdi. Onun için özel mamalar, özel pişirilen yiyecekler de bunu gösteriyordu zaten…

Evet herkes bu şekilde bakıyordu Prenses’e, sokaklardan kurtarılan köpek…

Uğur Can Kalkan ve Prenses

Benim karşıma çıktığı için şükrediyordum, mutlu oluyordum her baktığımda onun yüzüne. İnsan gibiydi hareketleri, yemek yemesi, su içmesi, duyarlılığı, duyguları… Hepsi bir insan gibiydi, ruhu da…

Nereden bilecektik ki hain bir planla yollarımızın acımasızca ayrılacağını?

O karanlık sabaha uyandığımda içimde bir sıkıntı vardı, ne olacak ki dedim. Prenses’in yemek tabağını diyeti ölçüsünde koydum, her ne kadar uy(a)masa da… İçime temiz bir nefes çekip eve girdim. O hafta kuzenlerim buradaydı, onlar da çok severdi yeşil doğayı. Prenses’e aşıklardı zaten. Öğlen saatleriydi, mahallede yürüyüş yapmak istedik. Nereden bilebilirdik böyle biteceğini her şeyin? Prenses, girişte de belirttiğim üzere sokakta ne bulsa yiyen bir köpekti. Vücudundaki demir eksikliğinden yapıyor bunu demişti uzman veteriner. Yolda yürürken bir anda ağzına siyah, kurumuş bir parça aldı. Direkt müdahale ettim atması için, ancak yutmuştu bile… “Keşke yutmasaydın!” dedim. Kimbilir ne var içinde? Nereden bilecektim ki? Eve döndüğümüzde Prenses değişik şekilde davranmaya başlamıştı. Titriyordu ve çok tuhaftı. Dakikalar sonra ağzından köpükler çıkarıyordu. İşte o anda anladım ki Prenses zehirleniyordu! Anında soğukkanlı bir şekilde acil veterinerliğe haber verdim, öğretmenimi çağırdım. Hemen “yoğurt ve sarımsak karışımı” yapmamı istedi, yoldaydı geliyordu. O sırada babam aşağıda Prenses’in başında, annem pencerede çaresizce olanı izliyorlardı. Gözüm kimseyi görmüyordu. Aradan, hatırlamıyorum, dakikalar sonra acil veterinerlik ve hocam geldi. Prenses artık ayakları üzerinde duramamış, yan dönmüştü. Kalbi zayıflıyordu, hemen kalp masajına başladık. Bir an hızlanır gibi oldu, iğne yapıldı. Yoğurt veriyorduk ama nafile. Dilinin morarıp şişmeye başladığını görünce, gövdesinden tutup ambulansa yerleştirdim. Gittiğimizde artık her şey için geçti, ancak doktorlar yine de müdahale etmek istediler. Oksijen maskesi ve çeşitli müdahaleler maalesef sonuç vermedi. Evet,bu bir şaka olabilirdi. Ancak değildi. Kirli, iğrenç insanların hain bir oyunuydu. Aynı gün büyük bir katliam olmuş, birçok hayvan ölmüş ve kalan artıklar yollara saçılmıştı. Demek yediği son şey onu bu hale getirmişti. Sonradan anlamıştım bunları. Günlerce kendimize gelememiştik. Onu sevenler, çocuk arkadaşları, Boz köpek… Herkes ağlıyordu. Boz köpeğin gözyaşlarını ilk kez görüyordum. Arkadaşının gittiğini o da anlamıştı demek… Babamın ilk kez yanımda ağladığını gördüm. Ciddi bir süreç yaşıyorduk ve nasıl atlatacağımızı bilmiyordum…

Hala onu çok özlüyoruz, yokluğu dolmuyor. Boz köpek ise belli bir süre yemek yemedi, üzüntüden tüyleri döküldü. Bir süre sonra alışmış olacak ki yemek yemeğe devam etti. Bunu ben de istiyordum zira onun da gitmesi beni mahvederdi. İki yıl boyunca sahiplenerek tedavisini yaptırdığım, ona sıcak bir yuva verdiğim şişman köpeğim zehirlenmişti.

İnsanlara daha çok kinlenmiştim artık. Prenses’e sandalye fırlatan adam için daha sinirliydim, eve döndüğümüzde bahçe boştu… Her şey sessizleşmişti, anlamsızlaşmıştı…

Sizin hiç…
Sizin hiç köpeğiniz oldu mu?
Gözü gözünüzde yaşayan, dışarı çıktığınızda arkanızdan ağlayan, girdiğinizdeyse sevincinden ne yapacağını bilemeyen, isterseniz sizin için canını verecek kadar size tutkun ve sevgi dolu, kaç yaşında olursa olsun hep bir bebek olan köpeğiniz oldu mu hiç?

Peki bir anda yeri boş kaldı mı? Sizi gördüğünde deli gibi sallanan kuyruğunu göremez oldunuz mu? Ya her şeyi anlattığı gözleri kapanıp gitti mi? Karşınızda titreyerek, ağzından köpükler çıkararak ölümü karşısında çaresizlikle beklediniz mi? Baktığınız her yerde o mu var artık?

Sizin hiç köpeğiniz öldü mü?

Uğur Can Kalkan Hayvan Hakları Savunucusu

Uğur Can Kalkan ve Prenses

Bunlara da göz atabilirsiniz

Konuk Yazar: “Evde iki köpekle yaşamak zor mu?”

Size daha önce 50 yıl boyunca köpeklerden korktuğumu ve bu korkumu nasıl yendiğimi anlatmıştım. Bu …

1 Yorum

  1. Bir kızım var 10 aydır canima can olmustu. Sokakta buldugumda bebekti şimdi ise kocaman bir kız. Ama maalesef iç gündür ayrıyız. Onu o kadar çok özledim ki…..

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir