Sokağa Düşmek, Aile Ferdi Olmak: Köpek Merkezli Bir Şehir Analizi yazısındaki temel amaç İstanbul’un çevresiyle (bilhassa Trakya ile) olan ilişkisini köpeklerden yola çıkarak ele almak. Bir kafesin içinde hayata başlayan, aile şefkatine mazhar olan ve/veya sokağa düşen köpeklere bakarak mekânların, sosyal hayatın ve türlerin birbiriyle olan ilişkilerini incelemek. En önemlisi, şehrin ekolojisini köpeklere tatbik edilen disiplin yöntemleri ışığında yeniden düşünmek.
Siyasî Bir Kumpas: Kamyonlar Köpek Taşır!
Küçük bir hikâye ile başlayayım.
Doktora çalışmam vesilesiyle 2009 yerel seçimleri öncesinde Trakya’daki siyasî partileri ziyaret ediyordum. Bir ilçede parti yetkilileri ile oturmuş çay içiyorduk, seçimi kazandıkları takdirde neler plânladıkları hakkında konuşuyorduk. Söz döndü dolaştı, ilçenin görünür meselelerinden biri hâline gelmiş köpek sürülerine geldi. Şehirde çok sayıda sokak köpeği vardı. Özellikle akşamları beşli-onlu gruplar halinde dolaşıyor, şehrin bir ucundan diğerine uluyup havlayarak iletişim kuruyorlardı. Yerel gazetelerde, nadiren de olsa insanları kovaladıklarına, ısırdıklarına dair haberler çıkıyordu. İlçe sakinleri, köpeklerden “çeteler” olarak bahsediyordu.
İlçede hayvan barınağı yoktu, açılması düşünülmüyordu. “Ne yapmak gerekir?” diye sordum partililere.
Zamanında kısırlaştırmayı denemişler; ancak yüzlerce hayvanı şehrin çeperinde kovalayıp veterinere taşıyacak bir imkânları olmadığından bunu başaramamışlar. Hayvanların bir dönem itlâf edilmesi ise pek çok insanın tepkisine sebep olmuş. İlçede sokak köpeklerinin öldürülmelerine karşı çıkan pek çok kişi olduğu gibi, “köpek çeteleri”nden rahatsız olan, korkan, bu kadar çok köpeği modern bir şehre yakıştıramayan bir kesim de vardı.
İlgili yazı: Bir aktivistin kaleminden: “Özür dilemeyeceğim”
Fakat partililerin söylediğine göre asıl mesele, hâlihazırda var olan hayvanlar değil, dışardan gelenlerdi. “Nereden geliyorlar?” diye sordum ve sonrasında herhalde karşılaşabileceğim en fantastik siyasî kumpas hikayelerinden birini dinledim. Bana anlattıklarına göre Trakya’daki belediyelerin bir kısmı, muhtemelen resmî olmayan kanalları kullanarak şöyle bir yöntem geliştirmiş: Köpekler bir kamyona dolduruluyor, gece geç bir saatte başka bir ilçenin sınırında bırakılıyormuş. Partinin ileri gelenlerinden orta yaşlı bir adam, geçen gece kasası köpekle dolu olan (yabancı) bir kamyonu ilçenin hemen dışında gördüğünü, en azından o köpeklerin komşu ilçeye iade edilmesi gerektiğini söyledi. Sonra dakikalarca, yarı şaka yarı ciddi, köpekleri nereye bırakmanın uygun olacağını tartıştılar.
Bu konuşmadan sonra her gittiğim kasaba ve şehirde, köpekler dikkatimi daha çok çekti. Hayvanların birikmesinin sebebi parti yetkililerinin iddia ettiği gibi komşu ilçeler olamazdı; zira köpekler sadece o ilçede değil, her yerdeydi. Üstelik bunların bir kısmı Alman kısa tüylü pointerler, dalmaçyalılar, husky’ler gibi kolaylıkla ayırt edilebilen (ve komşu ilçeye has olmayan) cinslerdi. Demek ki köpeklerin hareketi daha geniş bir coğrafyaya, en azından cins hayvan ticaretinin yoğun olarak yapıldığı İstanbul’a dek uzanıyordu.
Aşağıda daha detaylı olarak anlatacağım gibi özellikle cins köpekler, gerçekten de hayatlarının bir döneminde “imalât fazlası” haline gelip “gözden uzak” yerlere bırakılıyor. Bunların bir kısmı görece denetimsiz bu coğrafyadaki diğer hayvanlara katılıyor, yeni hayatlar kuruyor, “kırma” köpekler doğuruyor. Ancak köpeklerin hepsinin İstanbul’daki petshop’lardan geldiğini söylemek de mümkün değil. Bir kere sokak köpekleri yeni bir vaka değil, çok uzun süredir bizle yaşıyorlar. Ayrıca “başıboş” köpeklerin hepsi cins değil, bildiğimiz sokak köpeği. O halde mekânların ilişkisi üstüne daha detaylı düşünmek gerekiyor: Köpekler ne tür mekânlarda bir “fazlalık” sayılıyor, ne durumlarda birbiriyle karışabiliyor, ne koşullar altında köpeklerin bir araya gelmesi bir sorun hâline geliyor? Bütün bunlar, mekânsal örgütlenme hakkında bize neler anlatabilir?
İşte buradan hareketle, aşağıdaki kısımda önce insan ve köpek arasında gidip gelerek mekânın türler arasında nasıl bölüşüldüğünü, bu işin tarihini ve farklı mekânlarda farklı köpek nüfuslarına yol açan denetim/imha politikalarını ele alacağım. Ne tür mekanizmalar köpeklerin bir yerde yaşamasına izin verirken bir diğer yerde gözden uzak tutulmasını ve hattâ imha edilmesini zorunlu kılıyor? Bu düzenlemeler İstanbul hakkında bize neler anlatabilir?
Köpekler, İnsanlar ve Şehir
Günümüzde, sosyal ilişkileri insan merkezli olmayacak şekilde yeniden ele almaya çalışan önemli bir düşünsel çaba mevcut (Worster 1993; Bingham 2006; Wolfe 2009; Russell 2011). Doğa-insan düalizmini aşmaya çalışan, insan türünü tarihin gidişini değiştirmiş yegâne fail olarak görmeyen, doğayı sabit bir unsur olarak ele almayan önemli çalışmalar bunlar. İnsanlarla hayvanların sosyal ilişkilerinin, beslenme rejimlerinin, hastalıklarının, hattâ ruhsal durumlarının pek çok yönden nasıl iç içe geçtiğini incelemekteler. Temel yaklaşımları, etkileşimin tek yönlü olmadığı şeklinde. İnsanlar diğer canlıların hayatını bir hayli değiştirmiş. Ancak diğer canlılar da (örneğin bakteriler, köpekler, tavuklar) insan toplumlarına önemli etkiler yapmış. İnsan dünyasına has olduğu düşünülen ırkçılık gibi, sınıfsal ayrımlar pek çok kavramı bu ortaklıklar üzerinden bir daha düşünmek mümkün.
Örneğin 19. yy’dan başlayarak hem insanlar hem hayvanlar için “kanın saflığını”, “ırkın temizliğini” öne çıkaran arşivsel bir ilgi gelişir.[1] Önce atların, sığırların, köpeklerin, kedilerin ve sonra da insanların… (De Landa 2000) Bilhassa Almanya, ABD ve İngiltere gibi ülkelerde insanlar için Soyarıtımı Kayıt Ofisi, hayvanlar içinse Köpek Evi Cemiyetleri gibi özel örgütler kurulur. Belirli ırklara (mesela köpekler arasında retriever’lara, insanlar içinse ABD’nin göçmen politikası bağlamında Kuzey Avrupalı ırklara) öncelik verilir. Hangi ırkın ne kadar çoğalması ve hangisinin azalması gerektiği, yani soyarıtımı-eugenics, çokça kafa yorulan bir mesele hâline gelir.[2] Nüfusun düzenlenmesine yarayan birtakım teknikler insanlardan hayvanlara, ama daha çok hayvanlardan insanlara nakledilir. Birçok insan ve hayvan (rızaları alınmadan) kısırlaştırılır (De Landa 1997; Budiansky 2000). Özetle, ırkçılık hem insanları hem hayvanları etkiler.
Kapitalist üretim ilişkileri için de benzer gözlemler yapılabilir. Donna Haraway, günümüzde hayvanların (köpeklerin), aynen insanlar gibi hem bir çalışan (güvenlik-itfaiye) hem bir müşteri hem de bir ürün olarak kullanıldığını söyler (Haraway 2007 s. 55-62). Özellikle de birer aile ferdi sayılan ev hayvanları büyük endüstrilerin, teknolojik gelişmelerin, sosyal-ailevî bağların, ticaretin tam ortasında yer alır. Aynı insanlar gibi hayvanlar için de çok çeşitli (ve pahalı) eşyalar üretilir. İhtiyaçlar (gene insan dünyasına benzer şekilde) çok katmanlı politik süreçlerin sonunda ortaya çıkar: patikler, hırkalar, diş kaşıma-tırnak bileme aletleri, tuvaletler, çok gözlü kaplar, envaî çeşit mama: diyet, vitamin katkılı vs. Diğer tüketici gruplarında olduğu gibi (çocuk, yaşlı, kadın, erkek…) hayvanlar için profiller çıkarılır, sektör büyüme raporları yayımlanır, farklı “segmentler”e yönelik farklı ürünler pazarlanır. Dünyada bu iş, “kliniği, petshop’u, maması, sanal mağazası derken yaklaşık 69 milyar dolarlık dev bir sektör haline gelmiş durumdadır (Çelebi 2012). Türkiye’de de büyüyen bir ev hayvanı pazarından bahsetmek mümkün. 2012 itibariyle Türkiye’de sadece kedi-köpek mamasına yaklaşık 250 milyon lira harcanmış (Çelebi 2012). Euromed raporuna göre, tek başına yaşayan insanların, bilhassa beyaz yakalıların sayısı arttıkça piyasanın daha da genişleyeceği bekleniyor (Euromonitor 2013).
Fakat benim bu yazıda ele aldığım köpekler, bu ağların hemen hepsinin dışında kalmış durumda. Safkan değiller, müşteri değiller, birinin mülkü ya da yoldaşı değiller, işçi olarak kullanılmıyorlar. Tabir yerindeyse “sokağa düşmüş”, İstanbul’un orasında burasında ve çeperlerinde dolaşan “sahipsiz” köpekler bunlar. Bauman’ın tabiriyle, bir tür “atık” konumundalar. Daha güzel, daha temiz, daha düzenli olmaya programlanmış tasarımların (şehirlerin, evlerin, hayatların) dışarda bıraktığı birer üretim fazlası haline gelmişler (Bauman 2004).
Zygmunt Bauman, “atık” olgusunu modernlikle ilintilendirir; ancak işin aslı böylesi bir çerçeve, bir tür miyopluğa yol açar. Tarihsel olarak İstanbul’daki (ve diğer yerlerdeki) köpek nüfusu yeni bir olgu değil. Köpekler, daha doğrusu sokak köpekleri İstanbul’da yüzyıllardır yaşıyor. Çeşitli dönemlerde Osmanlı’yı ziyaret etmiş pek çok seyyah şehirdeki köpeklerden bol bol bahsetmiş. Keza İstanbullu köpeklerin başka yerlere gönderilmeleri, tabir terindeyse tehcir edilmeleri de petshop’ların ve modernleşme hareketlerinin ortaya çıkmasından çok daha önceye, 17. yy’ın başlarına kadar uzanıyor (Schick 2010 s. 24).
O yüzden, mekânın zaman içinde nasıl dönüştüğü, türler arasında nasıl paylaşıldığı, mekânın ve orada yaşayanların ne tür denetimlere tâbî olduğu, sadece yakın döneme bakarak anlaşılamaz. Zaten bugün belediyeler, modern addedilebilecek kontrol-ıslah yöntemlerinin yanında bir hayli eskiye dayanan başka yöntemler de uyguluyor. Yani insan-hayvan sosyalliği, mekâna dair farklı tasavvurlar ve farklı disiplin mekanizmaları tarafından şekilleniyor.
İrvin Cemil Schick, Osmanlı döneminde mahalle köpekleri ile şehirdeki genel hareketliliğin ilişkisinden bahseder. Var olan yazılı kaynaklar, köpeklere İstanbul’da (bilhassa Müslüman mahallelerinde) gayet iyi bakıldığını, köpeklerin mahallede yaşayanlar tarafından korunduğunu belirtir.[3] Ancak günümüzden farklı olarak, köpekler evlere sokulmaz. Osmanlı’da köpek, bir sokak hayvanıdır. Ancak bu, tamamen başıboş oldukları anlamına da gelmez. Köpeklerin alanları (köpekler ve köpek grupları hiyerarşik ve alan belirlemeye dayalı [territorial] bir hayat sürerler) var olan mahallelerle örtüşür. İstanbul’da kısa bir süre kalmış olan Jean de Thévenot, seyahatnamesinde şöyle yazar:
…Evlerinde hiç köpek barındırmazlar, onları sokaklara salarlar. Köpekler de çeşitli semtlerde ikamet ederler, kendi mahallelerine o kadar aşinadırlar ki onun dışına hiçbir zaman çıkmazlar. Ve eğer kendi sokaklarından bir diğerine gidecek olsalar, gittikleri sokağın köpekleri onları istilâcı addedip öldürür. Çünki bütün sokaklarda çok sayıda köpek vardır ki yabancı köpeklerin kendi bölgelerine girmesine asla izin vermeyeceklerdir.
(Thévenot’tan aktaran Schick 2010 s. 27)
Bu köpeklerin mahallede birkaç işlevi vardır. Bunlardan biri çöpçülüktür. Plastik poşetlerin ve çöp kamyonlarının henüz olmadığı bir dünyada çöpün kokmamasının en iyi yolu, bir canlı tarafından öğütülmesi, tekrar toprağa karışmasıdır. Tarih boyunca farklı coğrafyalarda bu görevi ifa eden farklı hayvanlar olmuş: domuzlar, inekler, köpekler, tavuklar… (Schick 2010; ayrıca bkz. Bulliet 2007). O anlamda Osmanlı döneminde köpekler bir tür belediyecilik hizmeti vermiştir.
Köpeklerin insanlar açısından bir diğer faydası ise mahalle sakini ve yabancıları birbirinden ayırması, bir tür bekçilik yapmasıdır. Şehir, özerk mahallelerden oluşur. Schick’e göre bilhassa müslüman mahalleleri arasında bugün olduğu gibi sürekli bir hareketlilik bulunmaz. O yüzden köpeklerin mahalleden geçmek isteyen bir yabancıya hırlaması, havlaması bir sorun teşkil etmez, hattâ olumlu karşılanır.
Bu durum 17. yy’dan itibaren şehir içi ve şehir dışı ulaşım ihtiyaçlarının artması, mahallelerin dışarıya açılması ile değişmeye başlar. Tüketim ürünlerinin sayısı artar, ticaret ağları genişler. Cemal Kafadar’ın mum üretimi gibi bazı göstergelere dayanarak yaptığı tespite göre, İstanbul’da 16. yy’ın sonlarına doğru bir tür gece hayatı belirir”. (Kafadar’dan aktaran Schick 2010 s. 29). Bunların sonucunda artık köpekler belirli alanları dışarıdakilere karşı koruyan ve dolayısıyla mazur görülen birer bekçiden ziyade, dışarıdan gelenleri engelleyen bir soruna dönüşür. İlk itlâf ve sürgün kararları da (bir kısmı baskılar sebebiyle uygulanmamış olsa da) bu döneme rastlar, günümüze dek kesintili olarak devam eder. Bunlardan belki de en kayda değer olanı, Abdülhamid’in devrilmesinden sonra ipleri eline alan İttihat ve Terakki’nin 1910 yılındaki köpek katliamıdır. İstanbul’dan toplatılan 80 bin köpek Hayırsız Ada’ya gönderilmiş, aç susuz kalan köpekler birbirlerini yiyerek can vermiştir (Bardakçı 1998; Hür 2009).
İlgili yazı: Hayvan haklarına sahip çıkmak, insan haklarına sahip çıkmaktır
Toparlamak gerekirse, mekânsal ilişkilerin değişmesi insan-köpek sosyalliğinin de değişmesine yol açmıştır. Bir mekânı ortaklaşa kullanan ve birbirine fayda sağlayan türler, bir süre sonra mekânı paylaşma mücadelesine girmiş, sonuçta sokak köpekleri bu mücadeleyi büyük oranda (hem de bir hayli kayıp vererek) kaybetmiştir.
Bugün çok sayıda köpek hâlâ İstanbul’da yaşamaya devam ediyor; ancak yaşam koşulları bir hayli değişmiş durumda. Önemli değişiklikler arasında, şehir hayvanlarının yukarda anlattığım gibi ırksal olarak (cinslerine göre) tasniflenmeleri, küresel ticari ağlara eklemlenmeleri sayılabilir. Bir diğer önemli değişiklik ise bilhassa cins hayvanların evin içinde yaşamaya başlamaları, bir mahalle sakininden ziyade aile ferdine dönüşmeleridir. Eve kapatılma, aynı zamanda daha sıkı bir denetim; yani yenilenler, içilenler, sağlık, hijyen, oyun arkadaşları gibi meselelerin daha yakından takibi anlamına gelir. Benzer bir süreç çocuklar için de gözlemlenebilir (Furedi 2013). Çocukların ve köpeklerin denetimsiz olarak başkalarıyla kaynaşmaları istenmez. Zararlı etkilerden (mesela istenmeyen hamileliklerden veya “kötü” arkadaşlardan) uzak tutulurlar.
Sokaklardaki köpeklerin hikâyeleri de günümüzde başka türlü bir mahiyet kazanmıştır. Hayvan Hakları Federasyonu’ndan (HAYTAP) Avukat Ahmet Kemal Şenpolat’a göre bugün özellikle büyük şehirlerdeki petshop’lar ve sokak hayvanları arasında doğrudan bir bağlantı bulunmaktadır (aktaran Karaca 2011). Alındıktan sonra bakılamayan-satılamayan veya biraz büyüdüğü için “sevimliliğini kaybeden” hayvanların bir kısmı “uyutulmakta”, bir kısmı ise şehir dışındaki yakın bölgelere bırakılmaktadır. Şenpolat’a göre, sektör bir hayli büyük ve denetimsizdir. Veteriner Hekimler Odası Başkanı Prof. Dr. Murat Arslan’a göre İstanbul’da (2012 itibariyle) 3500 petshop bulunmaktadır. Bunların sadece beş yüzü ruhsatlı, gerisi ruhsatsızdır. Cins hayvanlar kaçak yollarla ve bir hayli kötü şartlar altında Türkiye’ye sokulmakta, satılamadığı vakit gene meşru olmayan yollarla yok edilmektedir (Mustafa Arslan’la yapılan röportaj, Arman 2012).[4]
Bugün hâlâ İstanbul’un bazı mahallelerinde, üniversite kampüslerinde, sokak aralarında köpeklere rastlanıyor. Kimisi çevrede yaşayan insanlar tarafından tanınıyor, seviliyor. Ancak “modern bir şehrin” gereği olarak İstanbul’daki köpek sayısı belediyeler tarafından denetim altında tutuluyor. Sayı yükseldiği zaman köpekler toplanıyor, gözden uzak yerlere götürülüyor.
İki ayrı yöntem beraber kullanılıyor. Toplanan hayvanların bir kısmı hayvan barınaklarına kapatılıyor. Sınırlı bir alan, kafesler, dışardan getirilen ve kontrollü verilen yiyecekler-ilaçlar, uzman bilgisine duyulan ihtiyaç: Bir tür hapishane! Bir diğer kısmı ise şehrin dışına, ormanlık-kırsal alanlara atılıyor.[5] Tehcir uygulaması: Tehlikeli/fazla nüfus “zarar” veremeyecekleri bir başka bölgeye sürülmüş oluyor.
Tabir yerindeyse ipin ucu kaçmıştır. Barınak vardır; ama göstermeliktir! Köpekler, kafeslerin (ve sıkı denetimin) yanında-kenarında yeni bir sosyal hayat oluşturmuştur. Tamamen bağımsız değildirler: Kulakları deliktir! Ancak sıkı sıkı örülmüş bir denetimden bahsetmek de mümkün değildir.
Burada, hayvan barınağını modern teknolojilerle, tehciri ise modern öncesi dönemle özdeşleştirmek gibi bir niyetim yok. Bu tarz bir sınıflama çabasının pek de üretken olmadığını ve ister istemez farazî sınırlar-eşikler (modern-modern öncesi gibi) icat etmek durumunda kaldığını görüyoruz. Daha önemlisi, belirli olguları anakronik bir kalıntı, modernin dışı/ötekisi olarak tasniflemek ciddi anlamda sorunlar içeriyor (Fabian 1983). Onun yerine şu söylenebilir: İdare etmenin, yönetmenin, ıslah etmenin birbirinin içine girmiş pek çok tarihsel kaynağı var ve hepsi çeşitli taktikler uyarınca, koşullar bağlamında, bugünkü sosyal hayata etki ediyor. Biri ileri, diğeri geri değil.
O halde köpeklerin az denetimli alanlarda birikmesinden yola çıkarak yeterince modernleşememiş bir toplumdan ya da arkaik belediyecilikten dem vurmak, yönetimin girift doğasını ıskalama tehlikesi içerir. Bugün dünyada pek çok insan ve insan olmayan canlının az denetimli alanlarda “biriktiğine” tanık oluyoruz. Bunun sebebi, Üçüncü Dünya’daki denetleme mekanizmalarının kusurlu olması değil (zira bu “kusurlar” sadece 3. Dünya’da da bulunmaz); denetlenecek ve denetlenmeyecek unsurların mekândan mekâna değişiklik göstermesidir. Diğer bir deyişle, her bir mekân ve o mekândaki her bir unsur farklı iktidar ilişkilerine eklemlenir. İktidar tekil olmadığı gibi tek bir yönteme de başvurmaz. Az denetim iktidar ilişkilerinin dışında kalmak, çok denetim iktidarın merkezinde bulunmak değildir. Zaten kalkınma-sanayileşme gibi meseleler söz konusu olduğunda gevşek denetim bir zorunluluk hâline gelir, sistemin işleyiş yöntemidir. Dolayısıyla mesele denetimin azlığı-çokluğu, yeniliği-eskiliği, ileri mi geri mi olduğu değil, bir mekân özelinde hangi türden ilişkiler kurduğudur. Yani mekânsal düzenlemelerdir.
Sonuçta İstanbul’un çevresi, köpekler bağlamında düşünüldüğünde, İstanbul’un fazla nüfusunu emen, üretim fazlalıklarını gözden uzak tutmaya yarayan bir arka bahçe işlevi görmektedir. Şehirde aile ferdi sayılan hayvanların bedenleri bir hayli sıkı bir denetime ve Foucault’nun tabiriyle “yaşamı çoğaltan” teknolojilere maruz kalırken sokak köpeklerinin hayatı “değersizleşir”. Sermaye ilişkilerinin, ailenin ve devletin sıkı denetiminin dışında kalırlar. Ancak bir yandan da bu “başıboş” hayat, köpeklere başka türlü (muhtemelen daha sosyal) bir ortam sunar. En azından, ırka ve zenginliğe göre yapılan sınıflamalar ortadan kalkar. Cins köpekler kendileri gibi olmayan, normalde bir köpek sahibinin müsaade etmeyeceği “avam” köpekler ile birlikte olabilir. Ortaya “kırma” tabir edilen köpekler çıkar. Köpek hiyerarşileri alt üst olur; daha doğrusu bu hiyerarşiler başka usûllerle, köpeklere has usûllerle yeniden tesis edilir.
***Bu yazının daha uzun ve kapsamlı hâli Yeni İstanbul Çalışmaları isimli kitapta yayımlanmıştır.
(Der. Ayfer Bartu ve Cenk Özbay, Metis, 2014)
Kaynakça:
- Arman, Ayşe. 2012. “Valizlerde Getiriliyor, Ses Çıkarmasın Diye Uyuşturuluyorlar.” Hürriyet. http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/printnews.aspx?DocID=21846643.
- Bardakçı, Murat. 1998. “Tarihimizin İki Büyük Köpek Soykırımı.” Hürriyet, April 26.
- Bauman, Zygmunt. 2004. Wasted Lives: Modernity and Its Outcasts. Cambridge: Polity.
- Bingham, Nick. 2006. “Bees, Butterflies, and Bacteria: Biotechnology and the Politics of Nonhuman Friendship.” Environment and Planning A 38 (3): 483–98.
- Budiansky, Stephen. 2000. The Truth About Dogs: An Inquiry into the Ancestry, Social Conventions, Mental Habits, and Moral Fiber of Canis Familiaris. New York: Viking Penguin.
- Bulliet, Richard. 2007. “Postdomesticity: Our Lives With Animals.” In Hunters, Herders, and Hamburgers: The Past and Future of Human-Animal Relationships. Columbia University Press.
- Çelebi, Erkan. 2012. “Evlerde 250 Milyon Liraya 4 Milyon Kedi Köpek Besliyoruz.” Hürriyet, May 12. http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/20548513.asp.
- De Landa, Manuel. 1997. A Thousand Years of Nonlinear History. Brooklyn: Zone Books.
- Engdahl, William F. 2007. Seeds of Destruction: The Hidden Agenda of Genetic Manipulation. 1st ed. Global Research.
- Euromonitor. 2013. “Pet Care in Turkey: A Country Report.” http://www.euromonitor.com/pet-care-in-turkey/report.
- Fabian, Johannes. 1983. Time and the Other: How Anthropology Makes Its Object. New York: Columbia University Press.
- Furedi, Frank. 2013. Paranoyak Anne-Babalık. Translated by Arzu Tüfekçi. İstanbul: İz Yayıncılık.
- Haraway, Donna J. 2007. When Species Meet. Univ Of Minnesota Press.
- Hür, Ayşe. 2009. “İtikadımca Kelb Tahirdir.” Taraf, February 22. http://www.taraf.com.tr/ayse-hur/makale-itikadimca-kelb-tahirdir.htm.
- Karaca, Ekin. 2011. “Kanlı Pazar: Petshop’lar.” Bianet, March 12. http://bianet.org/bianet/biamag/128523-kanli-pazar-petshoplar.
- Rose, Nikolas. 2006. “Politics and Life.” In The Politics of Life Itself: Biomedicine, Power, and Subjectivity in the Twenty-First Century, 41–76. Princeton: Princeton University Press.
- Russell, Edmund. 2011. Evolutionary History: Uniting History and Biology to Understand Life on Earth. 1st ed. New York: Cambridge University Press.
- Schick, Irvin C. 2010. “Bir Mekân Üzerinde Çekişme Vakası: İstanbul’da 1910’da Gerçekleşen Büyük Köpek İtlâfı.” Toplumsal Tarih.
- Wolfe, Cary. 2009. “Human, All Too Human: ‘Animal Studies’ and the Humanities.” PMLA 124 (2): 564–75.
- Worster, Donald. 1993. The Wealth of Nature: Environmental History and the Ecological Imagination. Oxford University Press, USA.